23 Ocak 2017 Pazartesi

GÜNEŞİ TUTAN ELLER



            Sabahın ilk ışıkları vadide birleşen ufuk çizgisinden göğe doğru ilmek ilmek yükselmekteydi. Gökyüzünden topladığı yıldızlar solmuştu yumuk ellerinde. Küçücük yüreğine sığdıramadığı o yıldızlar. Eslem, daha yedi yaşındaydı. O küçücük bedenine yüklenen acılar, gökyüzüne sığmazdı. Gözetim altında şimdi, beyninde kist oluşmuş. 

        Daha çok küçük. Önünde uzun bir hayat onu bekliyor. Parka gidecek, koşup oynayacak, tahterevalliye binecek. bazen düşecek, ağlayacak, gözyaşlarını silecek o küçücük elleriyle sonra tekrar devam edecek oynamaya hiçbir şey olmamış gibi. Üç hafta önce ameliyat oldu. Doktorlar başındaki kisti temizlediler. Yoğun bakımda kaldı birkaç gün. Eslemi güneş gören bir odaya aldılar. Üç gündür başında bir şiş oluşmaya başladı. Doktorlar olmaması gerekirdi diyorlar. Onu indirmeye çalışıyorlar yoksa tekrar ameliyat olacakmış. Küçücük beden bir ameliyatı daha nasıl kaldıracak demiyorlar. Şişin inmesini bekliyoruz çaresizce.

            Eslem iyice alışmıştı artık hastanenin o tarif edilemeyen kokusuna. Güneşe doğru gözlerini kısarak, başparmağı ile işaret parmağını birleştirdi.

“ Görüyor musun bak iki parmağımla tutabiliyorum.” Savaştan yeni çıkmanın yorgunluğuyla, zafer kazanmış bir komutan edasıyla söylüyordu bunu. ‘Anlamadım neyi tutuyorsun?’ Eslem kızgın bir şekilde sol elinin işaret parmağıyla pencereyi gösterdi.

 “ İşte! Onu tutuyorum, güneşi tutuyorum” dedi gözlerini ufuk çizgisine dikerek. ‘Onda ne var ki? Kolay o.’ Eslem bu beklenmedik cevap karşısında üzülmüştü. Ellerini yavaş yavaş yana doğru indirdi. Savaşı kaybetmişti. ‘Onda ne var ki ben dünyayı tutarım ellerimle’ Eslem hayrete düşmüş gibi gözlerini açtı. Dünyayı nasıl tutabilir ki elleriyle diye içinden geçirirken.

“Olamaz, bunu yapamazsın.” dedi güneşi tutmasının kolay olduğunu söylediği için intikam alırcasına söyledi bunu. ‘ Dünya bizim gözlerimizden ibarettir. Gözlerini tuttun mu dünyayı tutmuş olmaz mısın?’

Eslem bir an duraksadı. Kaşlarını içe doğru çatarak.

“Doğru söylüyorsun. Sen zaten her şeyi biliyorsun” dedi ve gözlerini yumdu. Öylece uzun bir süre bekledi. Neden sonra ellerini indirdi ve gözlerini açtı.

“Ama benim dünyam bu kadar karanlık değil ki. Hiç mi umut yok” dedi kelimeler acıyla dökülüyordu dudaklarından. Başını önüne eğdi ve öylece kalakaldı. ‘Umut her zaman vardır. Umut olmasa güneş doğmaz. Sen de tutamazsın ellerinle’

Eslem cevap vermedi. Uzun süre önüne baktı sadece. Ayağa kalktı ve pencereye doğru yöneldi küçük adımlarla. Sağ elinin işaret parmağıyla pencerenin camına vuruyordu. Güneşe vuruyordu hafif hafif…

Tık… tık… tık… tık… Pencerenin o tiz sesi kaplamıştı odayı.

“ Ben olmasam güneş doğmayacak mı sanki?” dedi cevap beklercesine. Ama cevap gelmiyordu. Başını sallıyordu Eslem ama cevap gelmiyordu. Tekrar pencereye doğru yöneleceği anda. ‘Evet doğacak. Sen olmasan da doğacak. Ama o zaman senin üstüne doğmayacak. Hem dünyanın bir sürü rengi var. Sen neden hep siyahta yaşıyorsun’       Güneşin üstüne doğmaması ihtimali Eslem’i altüst etmişti.

“Siyahta bir renk değil mi?” diye cevap verdi kızgın bir şekilde. Yorulmuştu, yatağına doğru yöneldi. Sahi kaç gün oldu buraya geleli. Yatağa uzandı. Mavi örtüyle ayaklarını örttü. Üşümüştü ayakları

“ Ne oldu? Neden bir şey söylemiyorsun? Hani sen her şeyi bilirdin?” dedi Eslem gülümseyerek. Alaycı bir ifadeyle. ‘ Gökkuşağını düşünüyorum. Sever misin sende?’

Biraz şaşırdı Eslem. Bunun konumuzla ne alakası var diyecekken vazgeçti.

“Severim… Hemde çok severim. Nasıl sevilmez ki gökkuşağı? Bulutlar toplandığında, babam hep bir yağmur yağsada toprak koksa derdi. Ben merak ederdim. Toprak nasıl kokardı bilmezdim. Babama da soramazdım. Utanırdım… Babam toprağın kokmasını beklerken, ben gökkuşağını beklerdim. Gökkuşağının altından geçersen dileğin kabul olurmuş. Ne zaman gökkuşağı çıksa, ben ona doğru koşardım. Babam arkamdan seslenirdi. Nereye koşuyorsun kızım diye. Ben ona doğru döner. Gökkuşağının altından geçeceğim derdim. Babam ise sevgiyle gülümserdi bana. Ama ona gökkuşağının altından geçip annemin dönmesini dileyeceğimi söylemezdim. Üzülürdü sonra babam. Hem hiç geçemedim altından. Annem de hiç geri dönmedi.”

Dönmedi kelimesi hastane odasının duvarlarında uzun bir süre yankılandı. Eslem’in gök mavisi gözlerinden bir damla gözyaşı süzüldü. Soğuktan sıcağa göç eden kuşlar gibi. Önce yanaklarına düştü ilk damla, dudaklarına doğru yol aldı. Dudağının üstünde ki ilk damlayı, alt dudağıyla alıp dudaklarını ıslattı. Duvara doğru çevirdi gözlerini, bir nokta ararmışcasına baktı bir müddet. Tekrar ıslattı dudaklarını.

“ O zamandan beri hep Annem kokar ilk damla” dedi Eslem son söz gibi yahut ilk söz gibi.
Başını yana çevirdi, gözlerini kapattı yavaş yavaş. İşaret parmağını kaldırdı. Bir şey göstermeye çalışıyordu sanki. Aniden indi kolu ve derin bir uykuya daldı.
Gökkuşağı gibi… 
                                                                                                              (Uğur KILIÇ)


  

20 Ocak 2017 Cuma

BİZDE EDEBİYAT SORUNU VAR



BİZDE EDEBİYAT SORUNU VAR

Birilerine bir şey izah ederken çoğumuz bu durumla karşılaşmışızdır 'edebiyat yapma bana'  bu deyim dilimize yerleşmiştir artık. Deyimin açıklaması ise: “bir konu üzerinde içten olmayan, bir işe yaramayan parlak, süslü sözler söylemek.”  
Sahi gerçekten öyle midir? Edebiyatçının sözleri içi boş, süslü sözler midir? 
Fuzuliyi, Nedimi, Bakiyi inkâr etmek değil midir bu söz?
Geçenlerde kahvehanede yan masadaki adam yüksek sesle "edebiyat yapma bana" diye serzenişte bulunuyor. Bu kelimenin kahvehaneye kadar düşmesi hoş bir durum amma anlamını sorgulamak lazım. 
'Tutunamayanlardan' bir sayfa okumayan adam kahve ile birlikte fotoğrafını sosyal medyaya servis ediyor. Ben okuyorum mesajı veriyor
Aşkı Memnu adlı diziyi izleyip Behlül’le Bihter’le coşan yurdum insanı Halit Ziyanın romanını raflarda görünce 'Aaa Aşkı Memnunun romanı çıkmış' diye şaşırıyor. 
Birde Kürk Mantolu Madonna furyası var. Raif ile Maria Puder’in aşkını bilmeyen yok aramızda. Okuması ayrı lezzetli, kahve ile fotoğrafı ayrı meşhur. 
Bizde edebiyat sorununun olduğu gün gibi gerçektir. Peki bu sorun neden oluştu ve bu sorunun çözümü nedir? 
Bu sorunda popüler yazarların basım sayısını arttırma kaygısıyla yazmalarından ziyade Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün sıradanlaştırılması, yozlaştırılmasının payı daha büyüktür. Akademisyenlerimiz ise bu sorunun çözümüne eğilmek yerine isimlerinin önlerinde ki unvan sayısını arttırmanın peşindeler. Bu bölümü Açıköğretim bünyesinde veriyorsun ve test zihniyetiyle edebiyatçı yetiştiriyorsun. Ne kadar vahim bir durum. Gerekli şartları sağladıktan sonra tabi ki Açıköğretim de olabilir. Ama bu şartların sağlanıp sağlanmadığı yeteri kadar araştırılıyor mu?  Popüler yazarlarımızda basım sayısını nasıl arttırırımın çabasında. Onlar için edebiyatın bir sorunu yok. Tek sorun basım sayısı, basım adedi.
Evet bizde büyük bir edebiyat sorunu var. Böyle giderse bu sorunu çözmek, mumdan gemilerle ateş denizini geçmek kadar zorlaşacak

                                                                                                     (Uğur KILIÇ)

17 Ocak 2017 Salı

Harper Lee BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK


“İstediğiniz kadar saksağan kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın.”

        Kitap Bülbülü Öldürmek diye çevrilmiş ancak, Mockingbird bülbül değil alaycı kuş denilen bir kuş türüne karşılık geliyor. Alaycı kuş, gri renkli tüylere sahip kanat ve kuyruğunda tüyleri daha koyu renkli ve beyaz çizgiler bulunan, en az yirmiye yakın kuş türünün seslerini tekrar edebilen Amerikada yaşayan bir kuş türüdür.

       Aslına hikaye basit, anlatımı sade. Bu kitap Amerikan Kütüphaneciler Birliğince yüzyılın en iyi romanı seçilmiş. Pulitzer Ödülü de kazanan roman, kırktan fazla dile çevrilmiş, tüm dünyada otuz milyondan fazla satmış ve ünlü yıldızların başrolünü oynadığı film ise Oscar kazanmıştır.
Kimine göre o kadar abartılmaması gereken bir kitap

Peki bu kitabın başarısının arkasındaki sır neydi?
Şüphesiz kitapta bir büyü var. Peki bu büyü neydi?

        Bu romanın böylesine büyük başarı sağlamasının nedeni, olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde anlatılması. Olayların çocuk masumiyeti içinde verilmesi.
Scout adlı küçük çocuk daha önce hiç kar yağışı görmemiş. Bir sabah pencereden bakınca kar yağdığını gören Scout, kıyamet kopacak sanıyor. Çünkü daha önce kar görmemiş, kar yağmasını kıyametin belirtisi olarak kabul ediyor.  Harper Lee burada gerçekten başarılı bir çıkarmış. Kardan adam yapmak isteyen Scout ve Jem, ağızlarına düşen kar tanelerini ziyan etmemek için karı yere tükürüyorlar. İşte çocuk masumiyeti bu kadar güzel anlatılmış.

“ İstediğin kadar saksağan vur vurabilirsen ama bülbülü öldürmek günahtır”

      “Bülbülü öldürmek günahtır” leitmotif olarak tekrarlanan bu kısım zannımca kitabın en güzel yeri.
Peki “ Zenciyi öldürmek günahtır” olsa nasıl olurdu? Zira kitabın çekirdeğini ırk ve sınıf ayrımı oluşturuyor. Irkçı ve Irkçılık: İnsanların renk ve fiziki şekil esas alınarak birbirlerinden üstünlüğünü temel alan Irkçılık felsefesini benimsemiş kişilere verilen addır. Irkçı insanların göstermiş olduğu bu tutuma ise "ırkçılık" adı verilmektedir.

       Harper Lee çocuk masumiyeti içinde ırkçılığın ne kadar kötü olduğunu gayet güzel işlemiş.  Doğrucu Avukat Atticus’un bir zenciyi savunması, onu kurtarmaya çalışması takdire şayan bir durum.
Özetle bu kitabı okumadıysanız bir an önce okumanızı tavsiye ederim. Çok şey kaybetmezsiniz.
                                                                                                              (Uğur KILIÇ)


12 Ocak 2017 Perşembe

Bezm-i Elest




BEZM-İ ELEST

Zühul etti Afitâb.
Eşkden yana çeşmden içre.
Ayrıldı yollar sühanda
Bezm-i elest meclisinde
Vurdu sazına tellal
Tenasüh uzuvlar çıktı meydana
İnkar etti lal olan dil
Gövdeler yerinde lakin
Başlar başka alemde

Döküldü cihanın aynası
Bir perde suretine.

Hırsız tabutuna gömüldü siyah kefenler.
Bir ince çizgi, geçmek ne mümkün
Adımlar titrek, alevler baskın.
Dizilmiş hayatlar uçurumun kenarına.
Göz ucuyla bakmak ne mümkün,
Dirhemin Musayı titretti.


İnce bir çizgi üstünde,
Bir elinde hayal, bir elinde hakikat.
Ne mümkün dengede durmak
Nizam terazisinde.

Hani nerde o görklü dünya,
Nerde safi gümüşlerin, safi elmasların.
Hani nerde şanlı kudüs, nerde mısırın Züleyhası.
Havarileri burda, ya İsa

Kitaplara düşmez artık,
Senin elemini okumak.
Kelimeler, kelimeler…

                      (Uğur KILIÇ)

10 Ocak 2017 Salı

ÖNCE KENDİNİ GELİŞTİR SONRA ÖĞRETMENİ ELEŞTİR...





                             ÖNCE KENDİNİ GELİŞTİR SONRA ÖĞRETMENİ ELEŞTİR...

Kantarın topuzu iyice kaçmıştır. Eskiden ‘Öğretmene saygı kavramı vardı. Şimdi bu kavram ayaklar altına alınmış durumda. Eskiden öğretmenlik kutsal bir meslekti. Fedakarlık isteyen bir meslekti. PEKİ YA ŞİMDİ?

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” (Hz. Ali) 

Bu sözünde hakkı veriliyordu o zamanlar. Öğretmenler, çok yukarlarda, erişilemeyecek kadar kutsal görülüyordu. Ama aslında öyle değildi. Öğretmen halkla iç içeydi iş için, iş içinde eğitim anlayışı vardı. Doğaya duyarlı, insana duyarlı, yaşamla bütünleşen, ders kitaplarını ezberleyen anlayıştan uzak, yaşamın içinde olan bir eğitim anlayışı vardı.

Şimdilerde ise Öğretmenlik mesleği alaşağı edilmeye başlandı. Bununla ilgili çok fazla yazı yazıldı, karükatür çizildi, dizi ve sinema yapıldı. Hep gülündü geçildi. Öğretmene üstünlük kurma çalışmalarına devam edildi.

Ekranlarda öğretmen gözlüklü, pısırık, kandırılmaya müsait bir tip olarak verildi.
Bu üzücü ve ders çıkarılması gereken bir durumdu.

Zaman değişti roller değişti
Öğretmen öğrenci oldu.
Öğrenci öğretmen
Veli ise Milli Eğitim Bakanı oldu

Benim çocuğum bir yere gelmediyse bu öğretmen yüzünden oldu denildi.
Öğrenci başarısız oldu  öğretmen suçlandı.
Sistem başarısız oldu öğretmen suçlandı.
Yan yattı, çamura battı hep öğretmen suçlandı.
Hatta veli kitap okumuyor diye öğretmen suçlandı.
Suç hiç öğrencide velide yada sistemde  aranmadı.
Öyle ya günah keçisi vardı nasıl olsa

Başarı sadece ders notlarıyla ölçülür oldu. Komşunun çocuğu 100 almış sen nasıl 95 alırsın denildi. Edep, terbiye, doğruluk, dürüstlük, vatana ve millete faydalı birey olma önemsenmedi.

Doktor olsun, hakim olsun, mühendis olsun denildi.
Ama biri de çıkıp demedi ki vatana millete hayırlı işler yapsın.
                                                                                       (Uğur KILIÇ)

Bâyezid-î Bistâmîden küçük bir hikaye






 ‘Hazret bir gün müritleriyle gezinti sırasında yolları akıl hastanesine gelir. Ayaküstü hekimlerle sohbet ederken bir hekim ruhi hastalıkların çareleri ve hangi ilacın hangi hastalığa iyi geleceği hakkında bilgi verir. Gönüller Sultanı bu bilgilerden sonra hekime şöyle bir soru sorar: ‘ Hekim efendi, siz bütün hastalıkların ilacını saydınız. Peki günah hastalığının ilacı ne ola ki?’ diye sorar.
Kısa bir sessizlikten sonra orada bulunan delilerden biri müsaade isteyerek söze girer: ‘ Erenler müsaade ederse bu ilacı ben söyleyeyim mi der. Hekimler ona şöyle yüksekten bir bakar. Beyazıd-ı Bistami bu samimi teklif karşısında tebessüm ederek müsaade eder. Bistami’nin müsaadesine şaşıran hekimlerde can kulağıyla deliyi  dinlemeye başlar.
''Günah hastalığının ilacı şudur ki; Tövbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırıp, gönül havanına koyduktan sonra tevhid tokmağıyla döveceksin ''İnsaf eleğinden eledikten sonra, gözyaşı ile hamur edip,aşk ateşinde pişireceksin. Muhabbet balından da birazcık karıştırıp, sabah akşam kanaat kaşığı ile azar azar yiyeceksin'' Bu güzel ilacı öğrenen Beyazıt Hazretleri; '' Hey gidi dünya hey! Demek seni de beni dahi buraya getirmişler'' Deyip oradan ayrılır.”

4 Ocak 2017 Çarşamba

AŞKIN YOLCUSU 2.BÖLÜM



2






                                                                                “Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun
                                                                                  Şecâ'at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler.”
                                                                                                                                      Koca Ragıp Paşa



İsadan sonra 4. Ekümenik Konsülünde Hristiyan temel meseleleri hakkında anlaşmazlık çıkınca Kıptiler Hristiyan cemaatinden dışlandı. Roma devrinde ağır vergiler altında ezilen Kıpti halkı Katolikler tarafından sapkınlığa düştüğü ileri sürülerek İskenderiye ve Selcukiyanı Rum diyarlarına çeşitli eziyet ve zulümlerle sürgüne gönderildi. Haçlılardan sapkın olduğu ileri sürülerek kıyım gören Kıptiler. Araplardan ise Haçlı Seferleri başladığı zaman zulüm görmüşlerdir.

             Zühde dayalı bir hayat tarzı, mistik düşünce, meditasyon gibi münzevi uygulamaları gelenek haline getiren Mapamundi ailesi Saint Antoine devri Konstantiniyesinde Pachomius’un başlattığı sürgünde İkonia(Konya) şehrine yerleşen Kıpti ailelerinden sadece birisiydi. Geleneklerini dış dünyaya karşı muazzam bir gizlilikle içten içe devam ettiren bu ailenin inanışına göre Tanrı, insan figürü ile ilişkilendirilmiş İsa idi.

            Mesih anlayışı üzerine temellendirdikleri bu inanışa göre Mesih Kıptilerin arasından çıkacak ve Kıptiler bu dünyaya ve yeraltı dünyasına, insan, melek ve cin taifesinin hepsine hükmedecek güce sahip olacaklardı. Bu yüzden Mesihe benzeyen erkeklerle kızlar çiftleştiriliyor ve doğan çocuklar özenle korunuyordu. İnanışlarına göre “Altın Çağda” bu çocuğun kalbinin üstünde mühür belirecek, yaşanan zor günlerin ardından Kıptilerin gökyüzüne açılacağı yeni bir çağ başlayacaktı.

        “Arius Kitab-ı Mukaddeste İsa ile Tanrının aynı özü taşımadığını ve onun oğlu olmadığını sadece bir insan olduğunu, Tanrı ile insanlar arasında bir aracı olduğunu söylüyormuş Mapamundi doğru mu bu?” dedi Mary elindeki parşömen kağıdı kocasına uzatarak.

            Kandilin yanında kazandığı sikkeleri sayan Mapamundi bakışlarını karısına doğru çevirip sert bir sesle.

        -“ Saçmalama Mary. Senin o Arius dediğin adam Pachomiusun köpeği” dedi Mapamundi.

-“ Ama Termopylae’deki geçitte bize yardım etmeseydi. Şu an tenlerimiz akbabaların midesinde olacaktı.” dedi Mary elindeki kağıdı bırakarak.

-“ Aynı Arius, Aziz George Manastırını yakıp Kıpti rahipleri kazığa oturttu. Ne çabuk unuttun bunları Mary, İkonia senin aklını başından almış. İnançlarımızı yok saymaya başlamışsın” dedi Mapamundi

            Kandilin ateşi gözlerine yansımıştı ve gözbebekleri her zamankinden daha büyüktü.

-“ Bilmiyorum Ma(kocasına Ma diye seslenirdi) bazen yanlış yaptığımızı düşünüyorum. Her neyse artık hiçbir şey düşünmek istemiyorum” dedi Mary hüzünlü bir sesle, ellerini birbirine kavuşturup sağ parmağını çıtlattı. Ne zaman hüzünlense böyle yapardı.

-“ Hem gerçekten O Joseph mi?” dedi Mary beşikte uyuyan çocuğa bakarak.

            Aynı anda Mapamundinin bakışlarıda Josephe doğru çevrildi. Saygı ve minnetle bakıyordu ona Mpamundi. Her baktığında gözleri gülerdi.

-“ Altın Çağ yaklaşıyor Mary. Hem saçma sapan konuşmayı kes artık. Hazırlan akşama Petro ile Silvaya gideceğiz ayin var.



Semaya çevrildi başlar Kûfede.
Tufandan üç dakika önce. 
Kapadı gözlerini Nuh.
Fışkırdı yerden sular ve gökten yağan yağmur. 
Kızılcık dalları yağma oldu,
Çürüdü filizler. 
Nasıl dayansın mum,
Yarım bırakılmış yaslara.
Kapadı gözlerini Nuh 
Ve suyun altında binlerce kemik yığını
Bir zeytin dalı için 
Çıvgın oldu başlar
                         Uğur KILIÇ
           




2 Ocak 2017 Pazartesi

Disconnectus Erectus / Oğuz Atay


     Tutunamayan (disconnectus erectus): Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer.
Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş
yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer).
Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme
duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.
Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar.Dişilerini
de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar
dayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar.
Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı
yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı
birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka
hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.
Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün
huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini
görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için
avlanmaları tavsiye edilmez).
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene
taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya
girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir
hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu
için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir.
(Aynı bilginler, kavgacı tutunamaynların sayısının gittikçe azaldığını
söylemektedirler).
Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak
avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok
kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra
tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar
taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan
kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif
sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi
duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı
hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da
bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten
vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları
sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri
nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca
birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek
yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri
istemiştir).
Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten
sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da
tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı
sanılmaktadır.
Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve
her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka
yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir.
Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok
zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden
kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce,
acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir
keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini
kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir).
Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle
çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının
azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.
Disconnectus Erectus / Oğuz Atay